Lazcayı
yok etmenin dayanılmazlığı üzerine
Tolga
UZUN*
Lazlar
Türkiye’deki uzak köşelerinde güven içinde, evlerindeki özel
dilleriyle okul ve iş yerlerinin kamusal dili denge içinde
ayrı kalabilirmiş gibi davrandılar. Televizyonun
gelmesi ve son yirmi yılda Türkiye ekonomisinin gösterdiği
büyük gelişme Lazlara bir seçim yapmanın kaçınılmaz
olduğunu gösterdi. Geçmiş edilgen asimilasyonu seçebileceklerini,
dil ve kültürlerinin genel Türk taşra örüntüsü içinde yok olacağını
gösteriyordu. Buna pişman olabilirlerdi ama onların kaybolma
duyguları öznel bir üzüntü olacaktı. Ve gene de, ilk kez
Türkiye’nin dışındaki dünyayı bilen birkaç genç
için geçerli olsa da, başka bir seçenek daha vardı.
Lazların
dilsel asimilasyonlarında tek dilli, tek kültürlü bir millet
yaratmayı amaçlayan politikaların önemli bir yeri vardır.
Bu politikaların hayata geçirilmesinde Lazlara fiziki yaptırımlar
uygulanmaktan ziyade psikolojik faktörlere ağırlık
verilmiştir. Bu konuda İldikó Bellér Hann, A.Toumarkine’nin
şu görüşünü aktarmaktadır:
Lazcanın
kullanımı ve kültürün yaşatılmasını
kesecek sıkı tedbirlerin gereksiz olduğunu, çünkü
asimilasyon prosesinin her halükarda vuku bulduğunu da
ekliyor. Bu münasebetle, Lazların Türkiye’deki azınlık
politikasının kurbanı olarak gören Feurstein’in
görüşünü aktarır.
1970’lerden
itibaren Laz dili ve kültürü üzerinde çalışmaları
ile tanınan Alman Halkbilimci Wolfgang Feurstein ise Lazcanın
gün geçtikçe unutulma tehlikesine ve bunun psikolojik boyutuna işaret
etmektedir:
Bu
tehlike ile ilgili iki nedene değinmek istiyorum. Birincisi
“Türk diller politikası” diyemiyeceğim. “Türkiye'de
hakim belli çevrelerin diller politikası” diyeceğim.
İkincisi, “yalnızca Türkçe üzerine kurulu basın
yayın araçları” diyeceğim. Bu ikinci neden son
on yıllarda azınlık dilleri ile ilgili önemli
kayıplara yol açmıştır. Bir de Lazcanın
önemsizliği, öğrenilmesinin gereksizliği üzerine
yapılan belli bir probagandanın getirdiğ sonuçlar
vardır.
Sonuç
itibari ile kısmen de olsa bu politikaların başarılı
olduğu ve özellikle dilde belli düzeylerde bir asimilasyon
sağlandığı söylenebilir.
Lazların
dilsel asimilasyonlarında belirleyici faktörlerden biri olarak
devlete eklemlenme kaygısı yatmaktadır. Bölgenin
merkezden uzaklığı ve arazi yapısının
engebeli oluşundan kaynaklı Osmanlı Devletinin bire
bir fiili müdahalesinin olduğunu söylemek doğru bir yaklaşım
olmayacaktır. Ancak, kıyı kesiminde yaşayanlar,
devlete eklemlenebilmenin ön koşulunun ortalama bir Türkçe
hakimiyeti gerektirdiğinin bilincindeydiler. En azından
böyle bir eklemlenmeyi tercih edenler, bunun gereklerine uygun pozisyon
almaya gayret ediyorlardı.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun son önemlerinde de Lazcaya karşı,
özellikle egemen kültür ve sistemle yakın ilişki kurmuş
olanlarda anadillerine karşı bir uzaklaşma yaşanıyordu.
1910 senesinde, Lazca üzerine araştırmalar yapmak üzere
Türkiye Lazistanı’na gelen Rus dilbilimci Nikolay Marr, seyahat
sırasında tanıştığı bir Lazla
ilgili hatırasını şöyle anlatmaktadır:
...Arhavili
Laz Türkçe konuşuyordu ve görünüşe bakılırsa
ana dili Lazcadan (Çhanca) utanıyordu. Lazca (Çhanca) konusunda
benimle konuşmasını istediğim zaman, Türkçe
kaçamak bir yanıt verdi: Migrelce bilursin, birdir.
1910
senesinde, Arhavili Laz, ana dili Lazcadan utandığı
için Rus Dilbilimci ile dahi Türkçe konuşma ihtiyacı duymuştu.
Lazcanın kökeni hakkında söyledikleri ile de ana dili
hakkında sağlıklı bilgiye sahip olduğunu
göstermişti.
Arhavili
yine de bana şu bilgiyi verdi: Atina’nın ötesinde
yalnızca iki köyde Lazca konuşuluyor, sonrada Rize
tarafında Lazca bitiyor. Rize'nin içinde elbette Lazca
konuşan Lazlara rastlanıyor. Ama bunlar göçmendir.
Ülkenin içinde Lazca ancak yaylalara kadar genişliyor.
Denize yakın yerleşim birimlerinden, örneğin
Atina'dan ülkenin içlerine doğru dört saatlik bir yolculuktan
sonra Lazcanın konuşulduğu en uç noktaya varılıyor.
Cumhuriyetin
ilk yıllarında, devletin politikalarını uygulayabileceği,
dönüştürücü bir güçten yoksun olması ve bölgenin merkezden
uzak oluşu özellikle kültür politikalarının uzun
bir dönem etkisiz kalmasına neden oldu. Okullarda Lazcanın
kullanılmamasına yönelik gösterilen çabalar da sınırlı,
dolaysıyla kitlesel bir dönüşüm için yetersizdi. Ancak,
iktisadi bir değişimin gerçekleşmesi ve bölge ekonomisinin
ulusal pazara eklemlenmesi merkezin kültür politikalarının
etki alanını genişletmiştir.
Lazca
kamusal alandan dışlanmaya başlanmıştı
ve bu henüz toplumun kendi içinde bir dışlanma duygusu
yaratacak güçte değildi. Daha çok özellikle eğitim ve
sosyal yaşamda tutunmak isteyenleri etkileyen bir süreç olarak
işliyordu. Toplumun bütününü etkileyen kitlesel bir psikoloji
halini alması için henüz koşullar olgunlaşmamıştı.
Koşulların
olgunlaşması Türk modernleşmesinin de kamusal alana
nüfuz etmeye başlaması ile gerçekleşti. 1950-70 döneminde
görülen hızlı nüfus artışı ve arazilerin
kardeşler arasında paylaşılması istihdam
sorunlarını arttırmış bu da genç nüfusu
göçe yöneltmiştir. Öte yandan, iktisadi gelişime, Türk
modernleşmesine paralel olarak toplumun genelinde değişim
istekleri yani modernleşme isteği uyanmıştı
Lazcayı
Lazlar nezdinde değersizleştiren en önemli neden Türkçenin
modernliğe dair algılanışı ya da Türkiye
toplumu içinde sosyal yaşamda var olabilmenin Türkçenin zorunluluğuna
dair düşüncedir. Şehirleşebilmek, yani modernleşebilmek,
ki bunun somut karşılığı ancak Türkçe üzerinden
kurulabilecek bir sosyal yaşama mümkün olabileceği düşünülüyordu.
Bölge
genelinde konuşulan Lazca, devletin öngördüğü modernleşme
sürecinin dışında, hatta modernleşme çabalarının
önünde engel olarak algılanmış ve 1970’li yıllar
boyunca modernleşebilmenin ölçütlerinden biri Türkçe konuşmak
olarak algılanmıştır. Bu anlayış gereği
eğitimli kesim kamusal alanda Türkçe konuşmaya özen gösteriyordu.
Lazca köylülüğe ait bir dildi. Lazcanın köylülüğü
ifade eden bir dil olarak algılanması ve bireysel gelişmenin
önünde bir engel olarak görülmesi, dilin birey ve toplum nezdinde
değersizleşmesine neden oluyordu. Öte yandan, okuldaki
başarısızlığın faturası da dile
çıkarılıyordu. Lazca bilen birinin Türkçe’yi
öğrenemeyeceğine, eğitim hayatında başarısız
olunacağına, bununda sosyal yaşamda, kariyer edinmede
engel teşkil edeceğine inanılıyordu.
Dil
asimilasyonunda diğer etkenlerin yanında, geleneksel köy
yaşamının insanlar üzerinde bıraktığı
olumsuz psikoloji de etkili olmuştur. Dil eskiye ait olanı,
gelenekseli, kadın emeği üzerine kurulu ağır
yaşam koşullarının simgesel ifadesiydi. Aileler
tüm bu sebeplerden dolayı çocuklarıyla Lazca diyalog kurmamaya
özen gösteriyorlardı. Lazcanın değersiz bir dil olduğu
düşüncesi merkezden çevreye doğru yayılan ve ailelerin
ikna olmasıyla sonuçlanan bir süreçtir.
Lazcanın
önce kamusal alandan sonra da özel alandan dışlanmasının
toplumsal bir boyutu da vardır. Bir Laz için toplum içinde
Türkçe konuşmak trajik-komik anılarla doludur. Anadilinden
dolayı aşağılanmayan, komik duruma düşürülmeyen
ve bir gülmece malzemesi olarak algılanmayan Laz yok gibidir.
Linguistik olarak bu kaçınılmaz bir sonuç olmuştur.
Çünkü anadili Lazca olan bir bireyin Türkçe’yi aksansız konuşması
pek mümkün değildir. Burada, Lazlar Türkçe konuşurken,
Laz aksanlarından çok, kamusal alanda yerleşmiş Laz
imgesi öne çıkmaktadır.
Ben
Lazdım, ana dilim Lazcaydı ve doğaldır ki,
Türkçeyi aksanlı konuşuyordum. Bu bir Türk’ün İngilizce’yi
kötü konuşması gibi bir şeydi. Ama aksanım
yüzünden bana gülüyorlardı. Sokakta, okulda böyleydi bu.
Türkçeyi aksansız konuşma çabası, adeta hayatımı
ve giderek ailemin hayatını yönlendiren başlıca
neden olmuştu. Mağdur olmayalım diye İstanbul’u
terk ederek Ardeşen’e dönmüştük örneğin. Sınıfta
kalmış, bir yıl kaybetmiştim. Aptal olduğumdan
mı? Yoksa tembelliğimden mi? İkisi de değil,
ben başka bir dili konuşuyor ve düşünüyordum.
Anadilden
kaynaklanan dilsel uyumsuzluk insanların halet-i ruhiyelerini
de olumsuz olarak etkilemektedir.
Bu
durum bende, onulmaz yaralar açtı. Biliyorum ki pekçok
Laz da, daha başka kültürlerin insanları gibi aynı
sıkıntıları yaşadı.
Lazların
dillerinden dolayı eğitim ve sosyal yaşamlarında
karşılaştıkları sorunlar gelecekte onların
ana dillerine karşı tutumlarını da belirlemiştir.
Bu
süreci, sıkıntıları yaşayanlar, kendileri
ebeveyn olduklarında, aynı sıkıntıları
çocukları yaşasın istemediler ve ortaya asimile
olmuş bir kuşak çıktı. Bunun kültürel çözülmeden
başka bir anlamı yoktur. Bugün büyük şehirlerdeki
Laz gençlerinin, çocuklarının pek azı Lazca biliyor.
Lazların tamamına yakını iki dillidir (bilingual).
Yani hem Lazcayı hem de Türkçe’yi bilmektedirler.
Ancak
hiç Türkçe bilmeyen ya da günlük konuşma dilini anlasa da Türkçe
konuşamayan Laz kadınlarına da rastlamak mümkündür.
Genel olarak yaşlı kuşağın Türkçe hakimiyeti
yoktur ya da oldukça zayıftır. Erkeklerin büyük bir bölümü
ise Türkçe üzerinden gerçekleşen din eğitiminden dolayı
Osmanlı döneminde de belli bir Türkçe hakimiyetine sahiptiler.
Burada eğitimle birlikte gurbetçiliğin yanı sıra
Osmanlı döneminde din eğitiminin Türkçe üzerinden yapılıyor
olması tarihsel bir arka plan oluşturmuştur.
1970’li
yıllarda Rize’de yayımlanan Kemençe adlı bir dergide
Kani Şengül imzası ile yayımlanan Rize’de Dil Sorunu
başlıklı makalede Lazca hakkında şu görüş
dile getirilmektedir:
...
Doğacak yeni kuşak bu dilin zararlarından kolayca
kurtarılabilir. Bunun için Milli Eğitim ile aileler
işbirliği içinde çalışmaları gerekmektedir.
Her aile en az öğretmeni kadar kendi çocuğuyla ilgilense
ve ona doğuştan Türkçeyi öğretse sorun zamanla
çözümlenir ve çocuklarda bu acayip dilin şerrinden kurtulur.
Günümüzde,
özellikle eğitim süreçlerinin dışında kalan,
kitle iletişim araçlarından fazla etkilenmeyen ve göç
ya da gurbetçilikten dolayı başka kültürlerle etkileşime
girmeyen kadınlar, Lazcayı günlük yaşamın her
alanında kullanan grubu oluştururlar.
Bugün
Laz bölgelerindeki kadınların, çok yaşlı
olanlar hariç hepsinin genel bir Türkçe hakimiyeti vardır.
Çoğu bunu son zamanlarda, radyo, televizyon gibi ulusal
medyadan öğrenmiştir ve Türkçe eğitim almaya
başladıkları için Rize’de yaşayanlara ve
yakın çevresindekilere göre daha az belirgin bir aksanla
konuşmaktadırlar.
Yaşlı
kadınların Türkçe konuşma hakimiyeti büyük oranda
televizyon üzerinden edinilmiştir. Yaşlı kuşak
Laz kadınlarının büyük bir bölümü zorunlu kalmadıkları
sürece Türkçe konuşmamaktadırlar.
Köy
kadınları kesinlikle çok az formel eğitim gördükleri
veya hiç eğitim görmedikleri ve bu yüzden soğuk savaş
propagandalarına çok daha az maruz kaldıklarından
dolayı, yerel dil ve adetlerin devamlılığını
sağlayanlar olarak kabul edilirler.
Buna
karşılık yaşlı erkeklerin çoğunda,
ağır bir Lazcanın etkisinde dahi olsa belli bir Türkçe
hakimiyetleri vardır. Eğitim, askerlik, gurbette kalmış
olmak gibi etkenlerin yanı sıra daha çok radyo ve televizyonun
etkisinde kalmak beraberinde Türkçeyi kullanmada belli bir hakimiyet
kazandırmıştır.
Ancak
yirmi yaşın altındakiler için durum daha da farklıdır.
Bu grubun Türkçe hakimiyeti diğerlerine göre oldukça yüksektir
ve önemli bir bölümünde, Türkçeyi okulda ve televizyonda öğrendikleri
için, aksan da görülmez. Bu grubun içinde yer alanların Lazcaları
Türkçe’den etkilenmiş ve Lazca hakimiyetleri, gerek kelime
hazinesi, gerek akıcılık ve dili doğru kullanma
açısından gerilemiştir.
Türkçenin
etkisi sadece Lazların çocuklarına Lazca yerine Türkçe
öğretmeleri değildir. Bunun ötesinde, eğitim ortamlarından
ve Radyo, televizyon gibi kitle iletişim araçları üzerinden
Lazcaya Türkçe kelimeler de girmeye başlamıştır.
Yalnız
–Türkçe’den giren- kelimelerin türüne dikkat etmemiz gerekir.
Televizyon, taksi, resmi daire, belediye gibi kelimeler girmiş.
Lazca bir devletin resmi dili olmadığına göre
bu dilde böyle kelimeler zaten bulunmaz. Türkiye içinde konuşulduğuna
göre bu türden kelimelerin Lazcaya girmesi doğaldır.
Bugün Lazca hızla kaybolmak üzere. Lazcayı çok iyi
bilen büyükler çocuklarına, torunlarına öğretemiyor.
Yüzde yüz öyle değil ama büyük çoğunluğun öyle
olduğunu gördüm. Yanılmıyorsam bundan 40-50 sene
sonra Lazca unutulmuş bir dil haline gelebilir.
Her
şeye rağmen Lazcanın günümüze varlığını
sürdürebilmesi kültür politikalarının geç dönemlere kadar
bölgede yeterince hayat bulamamasına bağlamak yanlış
olmayacaktır. Bu da D. Karadeniz bölgesinin merkezden uzak
olması ve arazi yapısının engebeli olmasına
bağlı bir durum olmakla birlikte devletin bölgeyi dönüştürecek
ekonomik güçten yoksun olmasına bağlamak gerekir. “Bölgenin
doğuya doğru olan coğrafi açıklığı,
Pazar’ın doğusundan başlamak üzere Lazcanın,
Bizans, Osmanlı ve modern Türkiye dönemleri boyunca korunmasına
muhtemelen katkıda bulunmuştur.”
Öte yandan Osmanlı Devletinin bir İmparatorluk olması
sebebiyle ulusal pazar ağına sahip olmayışı
ve bu durumun Türkiye Cumhuriyeti döneminde de 1970’lere kadar devam
etmesinin katkısı vardır.
* Hopa’da yaşamakta ve Lazcayla
ilgili çalışmalar yapmaktadır.
|