FORUM KONUK DEFTERI MOVIE FLASH KLIPLER Lazca Dil Kursu KARADENİZİN DOĞU KIYILARINDA KÜLTÜRLERARASI BİR YOLCULUK / Dr.Özge Öztekin / Lazuri.Com
 

  Uyari: Bu sayfada Lazca sözcükler için "Alboni Font"(yazı karakteri) kullanılmıştır. "Windows \ Fonts" dizininde Alboni Font olmayanlar karakterleri yanlış görecektir. Bunun olmaması için Windows\Fonts dizinine [Alboni Font'u buradan yükleyebilirsiniz]. Ayrıntılı bilgi için Lazuri Font ya da LazuriPC sayfamızı okuyunuz.

KARADENİZİN DOĞU KIYILARINDA KÜLTÜRLERARASI BİR YOLCULUK

Ôanöol'un Batmayan Güneşine: Yapmak istediklerini devam ettirme fikri ve birlikte kurduğumuz hayalleri gerçekleştirme gayreti, sonsuz hasretin verdiği üretme gücüyle yaşama tutunuyor… İstediğin gibi!


Foto: Ö. Öztekin
Doğu Karadeniz… Yeşilin ve mavinin binbir değişik tonda birbirini kucakladığı renkli doğası, günlerce aralıksız yağan yağmurun ardından açan güneşin aynı coşkuyla sıcacık ısıttığı sürprizlerle dolu iklimi, sisli dağları ve çiçekli yaylalarıyla gayet engebeli coğrafyası, suları buz gibi akan dereleri, oksijen deposu temiz havası, özgürlüğü imleyen hırçın denizi, yüzlerce yıllık tarihi, zengin kültürel dokusu, yeme-içme alışkanlıkları, ritüelleri, gerçekle iç içe geçmiş mitleri, korunması gereken özgün mimarisi, yeniden üretimlerle yerelden evrensele ilerleyebileceğini kanıtlayan ritmik müziği, sadece gün batımının değil gün doğumunun da kaçırılamayacak kadar görkemli olduğu sahilleri, boydan boya ve dağdan denize dolaşmanın keyfine doyulmayan toprakları, adımınızı attığınız andan itibaren verdiği huzur ve mutlulukla insanı çok uzaklara götüren eşsiz bir bölge!

Benim için Karadeniz'in asıl anlamı, sevgili Kazım Koyuncu ile paylaştığım dostluğumuzda saklı. Bu öyle enteresan bir çekim kuvveti ki, arkanızda o yörenin yemyeşil dağları ve önünüzde masmavi denizi vardır onun müziğini dinlerken. Hiç gitmemiş olsanız bile, hayalinizde canlandırabilirsiniz dağlardaki kar sesini, tepelerden yükselen sabah güneşini, Cefuka'yı, Sarp'ın bülbüllerini, dereyle denizin usulca birbirine karışmasını,

Foto: Ali Elver
Covele'nin tepelerini, Gelevera deresini, denizdeki karartıyı, sis dağının başındaki yeli, hava güneşliyken yaylada yürümeyi, kararan Karadeniz'in taşmasını, dağa karayemişe çıkmayı… Peki ya o keyifli sohbetleri? Çocukluğunun geçtiği Hopa'da nasıl çay topladığını, hemen yanı başındaki Ayder Yaylası'nın doğal güzelliklerini, Samsun-Sarp arasındaki sahil hattının otoyola kurban verilmeden önceki bakir halini, veya ta Zuğaşi Berepe'den itibaren Laz ve Karadeniz kavramlarını açıklama yönünde nasıl ezber bozduklarını, ya da Gürcistan'a yaptığı seyahat sırasında oradaki Megrellerin kültürel birikimini, Rustavi korosunu ve gösterilen ilgiden nasıl etkilendiğini gözlerini kocaman açıp öyle heyecanla anlatır ki, eğer benim gibi daha önce o toprakları görmemiş olanlardan iseniz, bir an evvel gidip görmek ve yaşamak için can atarsınız. Karadeniz turunun başlangıcını Hopa konseriyle yapmayı düşünürken, sisli dağlarını kuş seslerinin sarmaladığı karayemiş ve fındıklıkların kucağında adı gibi yemyeşil bir vadiye bakan Yeşilköy'de ziyaretine gitmek kısmetmiş meğer…

Zaman nasıl da hızla geçiyor. Türkiye hasretiyle dolu günlerden birinde Paluri ile konuşurken, birlikte gerçekleştirmemizi istediği bir projeden söz etti. Kısa sayılabilecek iznimin sadece 4 gününü kendisine ayırmam halinde benim için muhteşem bir organizasyon yaptığını söylüyordu. Hatta bununla da kalmıyor; hangi gün nereyi gezebileceğimizi anlatıyor, gidilecek yerlerin detaylı listesini veriyor, meteorolojiden hava durumu raporunu alıyor ve yiyeceğimiz yemeklerin fotoğraflarını e-posta ile birer birer gönderiyordu teklifine hayır yanıtı almamak için. İşlerim ne kadar yoğun olsa da, seyahat etmeyi severim aslında. Gezmek, yeni yerler görmek sadece bir şeyler öğretmekle kalmaz, kendimi daha da özgür hissettirir. Hele ki gezilecek yer Doğu Karadeniz olunca, reddedilemeyecek kadar çekiciydi elbette bu öneri. Hemen kabul ettim.

Güneşli bir tatil sabahının erken saatlerinde Ardeşen'e indim. Işıklı'nın başında beni karşılayan arkadaşımla evinin yolunu tuttuğumuzda, geceden kalan yağmurun izlerini hâlâ görmek mümkündü. Gürül gürül akan derenin hemen yanındaki evin terasına çıktığımda, tıpkı geçen Haziran'da olduğu gibi, yemyeşil dağların içerisindeki vadinin heybetli görüntüsünden gözümü alamadım. Kahvaltıda minci tavalama vardı. Tereyağının o kendine has kokusuyla birlikte minciye ekmek banıp yemeği nasıl da özlemişim! Hemen ardından

Foto: Paluri Arzu Kal
Paluri'nin artık adıyla özdeşleşen spesiyalitesi, benim de favori tatlım olan paponinin (Laz böreği) hazırlığına başladık anıların gölgesinde. Yufkalar daha önceden pişirilmiş ve kurutulmuş olduğu için biraz nemlendirip tepsiye dizdik. Şerbetini ve muhallebisini pişirdik. Muhallebi tenceresini sıyırmayı nedense hep sevmişimdir. Ama şöyle dibini tutmuş olacak biraz ki tadı gelsin. Bu kez de kimselere bırakmadım karabiberli muhallebinin sonunu! Fırından sıcak sıcak çıkan paponinin üzerine soğuk şerbetin dökülüşünü izlemek ise ayrı keyifti. Yemekle hele de tatlıyla arası olmayan benim gibi birinin dahi 2 koca dilimi mideye indirmesi, bu enfes tatlının lezzeti konusunda sağlam bir fikir veriyordur sanırım! Yanında taptaze şuüa (salatalık) ve domateslerle birlikte patlicani do ôrinâi oüobğeri (patlıcanlı pilav), balucaği ûağaneri (yeşil domates kavurması) ve kapçoni carinin (hamsili ekmek) de hakkını yemeyeyim. Uzunca bir yoldan gelmiş olmama rağmen kendimi hiç yorgun hissetmiyordum. Evin hemen karşısındaki tepeye çıktık, fındıklıklara bakmaya. Yürüyüşümüz sırasında gördüğüm eski bir serende dikkatimi çekti. Meğer gayet iyi biliyormuş Paluri burayı. Çocukluğunda balkonuna çıkıp az oynamamış. Bir çeşit korunaklı ambar diyebileceğimiz bu serendelerin içinde fındık, ceviz, portakal gibi meyve ve çerezler saklandığından dolayı çocuklara pek cazip gelirmiş. Ardından yine devam ettik yola. Kazım'ın da çok sevdiği karayemişin tadına baktım ilk kez. Yıllar önce, Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun “Bir kız deli gibi koşmaya başlar / Dudaklarında karayemişlerin moru” dizeleriyle duymuştum adını. Şekli ve rengi kirazı andıran, tadı hafif buruk bir meyve. Çok hoşuma gitti. Tırmandıkça tırmanıyorduk. Fındıklıklar o kadar tepede, patika yolu da o kadar bozuk ve dikti ki bir noktadan sonra daha fazla çıkmaya cesaret edemedim. Şöyle bir çevreme baktım. Etraf göz alabildiğine yeşil. Doğu Karadeniz'in yeşili gerçekten çok başka. Hatta sadece yeşil demek bile yeterli olmuyor sanki. Yağmurun ıslatıp güneşin parlattığı, her zaman canlı, farklı, kendine özgü bir rengi barındırıyor içinde.

İkinci gün Ardeşen'den Hopa'ya geçtik. Geçen Haziran'da yağmurla karşılamıştı bizi o topraklar. Şimdiyse hava öyle sıcak ki, Ağustos güneşi içimize işliyor. Üzerindeki ağaçlarla âdeta bir dantel gibi inceden inceye örülmüş dağların denize kıvrım kıvrım uzanışını konuşuyoruz hayranlıkla. Üstelik her kıvrımı döndüğünüzde, karşınıza öncekinden daha güzel bir perspektif çıkıyor. Sırf o manzarayı izlemek bile insanın içine huzur veriyor. Yeni bir şeyler üretmek istiyorsunuz. Kasabaya girdiğimizde, bir zamanlar hakkında çok şey duyduğum meydanına baktım. Sanki biraz durgun gibiydi, sakin ve sessiz. Hopa denince güzergâhımız belli zaten. O dar sokaktan kıvrılıp yukarıya doğru çıktık. Uzun, ince bir yol burası: Kazım Koyuncu Yokuşu! 14 ay geçmiş son ziyaretimin üzerinden. Onu her an yoğun olarak yaşayan bizler için şimdi artık her yerde olsa da, bedeninin orada yatması ôanöol'u özel kılıyor. Gurbetin bile hızını kesemediği dinmeyen özlemi kucaklıyoruz bir kez daha ve geride bıraktığı asla yeri dolmayacak boşluğu. Geçen seneye göre mütevazı sadeliğini kaybetmiş ve sanki özgürlüğü elinden alınmış hissi veren bir mezar duruyor karşımda. Neyse ki üstü açık da, toprağına hâlâ dokunabiliyoruz. Her zamanki gibi ayrılmak istemesem de yanından, Arzuüa'nın o günkü planı sadece Hopa'yı kapsamadığı için hüznü dağıtıp “Sarpi Moleni” diyerek tekrar yola koyuluyoruz.

Bu kez hedefimiz Gürcistan. Ya da daha doğru söylemek gerekirse Acara. Gürcistan 4 özerk bölgeden oluşuyor. Bizim sınırımıza bitişik olan bölge, Acaristan Özerk Bölgesi. Hopa'dan sahil yolunu takip edip Kemalpaşa'yı da geride bıraktıktan sonra Türkiye'nin bittiği yere, Sarp sınır kapısına geldik. Burada ilk kez bir sınır kapısını yürüyerek geçmenin rahatlığını yaşadım. Hikayesi olan kültürel durumlar hep ilgimi çekmiştir. Bilmediğim bir yere gezmeye gitmeden önce mutlaka bir ön araştırma yaparım. Bu kez de öyle oldu. Daha yurtdışındayken, Paluri'yle böyle bir geziye karar verdiğimiz ilk günlerde okumaya başlamıştım Sarp ve Batum'un yöresel özelliklerini. Ama tabii hiçbir zaman gidip yerinde görmek kadar etkileyici olmuyor kitabî bilgiler. Hani demişler ya “çok gezen mi bilir, çok okuyan mı” diye, gezerek öğrenmenin keyfi bir başka doğrusu. Ne de olsa aynı kıyıyı paylaşan 2 ülkenin insanlarıyız ve onları tanımak adına yaptığımız bu kısa gezinin benim için de son derece enteresan olduğunu söylemeliyim.


Foto: Paluri Arzu Kal
Sarp, bir Laz köyü. Eski Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında 1933'de yapılan sınır paylaşımına göre bir gecede ikiye bölündüğü için, köyün ve dolayısıyla ailelerin yarısı bizde yarısı onlarda kalmış. Ancak tıpkı sınırın karşı tarafındaki sahil kasabaları gibi yemyeşil bir doğanın içerisine kurulmuş geleneksel ev mimarisiyle aynı coğrafyayı sürdürüyor Sarpi. Ve karşı yamaçtakiler buradakilere gülümsüyor. Büyük bir plajı var kafelerle dolu. Zamanımız kısıtlı olduğu için, ne yazık ki çok detaylı dolaşamıyoruz. Oysa köylülerle sohbet etme düşüncesiyle çıkmıştım yola. Bir yandan da aklım Helimişi'nin mezarında kalıyor. “Bir dahaki sefere” diyerek gördüğümüz ilk dolmuşa biniyoruz. Kişi başı 1,5 lariye Sarp'tan Batuma götürüyor sizi dolmuşlar. Hatta Hopa'dan Sarp'a veya Batum'dan Hopa'ya dolmuşla gitmek bile mümkün. Hazır ulaşımdan bahsetmişken, bir konuyu daha paylaşmak isterim. Batum'un hemen girişinde bir havaalanı var ve Türkiye'den (şimdilik yalnızca İstanbul'dan) iç hatlar tarifesiyle buraya direkt olarak uçabiliyorsunuz.


Foto: Ö. Öztekin
Batum, Acaristan'ın başkenti. Çoruh ırmağının denize döküldüğü yerde kurulduğu için, bizim Doğu Karadeniz'in engebeli dağlık arazisine hiç benzemeyen geniş bir ovanın üzerinde yükseliyor. Tarihî, turistik bir liman kenti. Yol boyunca manzara çok güzel. Upuzun plaj, pırıl pırıl deniz, restoranlar, oldukça bakımlı ve gösterişli bir ana cadde Batumi'de ilk göze çarpanlar. Sanat-etnografya müzeleri, kiliseler, botanik bahçesi ve akvaryum ise, hakkında çok şey duyup da zamansızlıktan gitmeyi bir sonraki tura bıraktığımız diğer meşhur yerleri. Şehir merkezindeki tiyatro binası, eski Yunan tapınaklarını anımsatan bir kompozisyonda inşa edilmiş meydana. Onun az ötesinde de Acara Parlamento Binası yer alıyor. Dikkati çeken bir başka unsur, kentsel açık alanların fazlalılığı. Örneğin fıskiyeli havuzu ve heykelleriyle göz alan büyük bir park var ki, uzunluğu plaja dek gidiyor. Buradaki palmiye ve bambu ağaçları, görüntü olarak dünyanın diğer tatil beldelerini çağrıştırdığı gibi estetik olarak da ayrı bir hava vermiş. Plajın önündeki yürüyüş hattında rastladığım küçük bir hayvanat bahçesini andıran bölüm ise günün sürprizlerindendi galiba. O kadar doğal ki. Saks mavisini çağrıştıran parlak boyunlarıyla tavus kuşlarının renklerine bayıldım. Hele birisinin o muhteşem kuyruğunu açtırmak için nasıl da uğraştık ama maalesef olmadı. Kaplumbağalar, ördekler, sincaplar aklınıza ne gelirse var burada. Bakıcısı fotoğraf çektiğimizi görünce yanımıza kadar gelerek Türkçe sohbet etti bizimle. Gayet iyi konuşuyordu. Heyecanla dinledim. Batum'da deniz kıyısı o kadar yeşil ve plaj o kadar temiz korunmuş ki, keşke bizde de böyle olsaydı diye düşünmeden edemiyor insan. Çok değil 35-40 km geride, güzelim sahilini otoyola kurban etmiş bir Karadeniz duruyor çünkü. Mutfak kültürüne gelince, gerçi çok fazla tecrübemiz olmasa da, Paluri'nin buraya yaptığı önceki ziyaretlerinden aklında kalan ve mutlaka bana da tattırmayı istediğini belirttiği tek yemek vardı:

Foto: Paluri Arzu Kal
Aöaruli xaöaôuri, yani Acara usulü peynirli pide. Yemek konusunda pek iştahım olmadığı için, biraz mızmız olduğumu itiraf etmeliyim. Ancak rehberime de güvenim sonsuzdu. Ne de olsa Laz yemeklerinin kitabını yazmıştı zamanında! Nitekim yanılmadığımı anlamam fazla uzun sürmedi. Gerçekten de harikaydı xaöaôuri. Minciyle yapıldığını daha ilk lokmada fark etmiştim. Üstündeki yumurtası tam sevdiğim kıvamda pişirilmişti, sarısı hafif sulu. Sıcacık pidesinin lezzetine ise diyecek yoktu. Büyük bir tabakta gelmesine karşılık, ki normal koşullarda öyle kocaman bir porsiyonu bitirememem gerekiyordu, arkadaşımın şaşkın bakışları arasında afiyetle yedim. Paluri paponiden sonra ikinci şoku yaşıyordu, benim kişisel tarihimde de bu bir devrimdi!


Foto: Paluri A.Kal
Batum'un bir çok yerinde çeşitli heykellere rastlamanız olası. Özellikle 3 tanesi müthiş ilgimi çekti. İlki, tiyatro binasının önündeki büyük ve geniş bir tahtın üzerine oturmuş bir adamı tasvir ediyor. Elleri dizlerinde, iki melek başına taç takıyor. Kim diye düşünürken, aklıma Gürcü şair İlya Çavçavadze geldi. Aslında emin gibiydim ama özellikle bir kişi vardı ki, ona sorup onaylatmazsam içim rahat etmeyecekti. Yolculuktan döner dönmez sevgili Memedali'yi aradım. Yakın geçmişte Kazım'la birlikte yaptıkları Gürcistan seyahatinden söz ettiği yazısını Lazuri.com'da okumuşsunuzdur mutlaka. Hâlâ da gitmeye devam ediyor o topraklara ve hiç şüphe yok ki, topladığı malzemeleri yine özenle yazıya dökecektir fırsat bulduğu ilk anda. Ben durumu anlatınca Memedali de tahminimde yanılmadığımı, o koltukta oturanın aynı zamanda Gürcistan'ın çok sevilen bir karakteri olan İlia Öavöavaâe olduğunu söylemez mi? Demek ki dersime iyi çalışmışım, gezi öncesi okumak işe yarıyormuş! İkinci heykel, etrafında melekler olan bir kadın figürü. Tıpkı diğeri gibi onun da yanında bir künyesi olmadığından, hakkında bilgi edinmek imkansızdı. Üçüncüsü ve bence en muhteşemi ise, Altın Post heykeli. Mitolojide zenginliği ve gücü sembolize eden altın postun bulunduğu tarihî bölge, Kolheti. İnanışa göre Argonotların zorlu deniz yolculuğundan sonra karaya çıktıkları yer Batum olduğundan, söz konusu heykelin de burada olması ister istemez dikkatleri üzerinde topluyor. Kentin neresinden bakarsanız bakın, pırıl pırıl parlıyor Medea'nın elinde tuttuğu altın post! Göğü delecek kadar yüksek bir mermer kule formunun üzerinde tüm heybetiyle ayakta duran Medea'nın başındaki taç ve boynundaki kolye de, altın diyarı olarak ünlenen Kolheti için gayet anlamlı işaretler sunuyor. Kulenin yan duvarlarında yer alan kabartmalar, efsane hakkında genel bir hüküm verecek özellikte. Argonotların gemisi, İason'un ağaca asılı altın postun başında bekleyen ejderhayla karşılaşması ve atlı askerler gibi motifler, söylencenin anlatıldığı yazılı kültürün görsel kültüre dönüştürülürken iyi işlenmiş detaylarından bazıları.


Fotoğraflar: Paluri Arzu Kal
Altın posttan, Medea ve İason'dan bu kadar bahsedip de efsanenin aslına değinmeden geçmek olmaz sanırım: Argonotların serüveni, Yunan mitolojisinin ilgi çekici öykülerinden biridir aslında. Rodoslu Apollonios'un, Heredot'un, Homeros'un, Europides'in, Seneca'nın, Ksenophon'un, Hesiodos'un eserlerinde bu söylencenin serüven bağlarının -bazı varyant farklılıkları olsa bile- gayet etkili bir kurguyla işlendiğini görürsünüz. Öykünün ana kahramanı İason (Yason), Teselya'daki İolkos kentinin kralı olan Aison (Eson)'un oğludur. Ancak babası tahtını üvey kardeşi Pelias'a kaptırınca, İason amcasının karşısına çıkarak tahtı geri ister. Pelias, biraz da ondan ebediyen kurtulmak için, Kolheti'ye gidip altın postu alması halinde hükümdarlığı kendisine bırakacağını söyler
*. Bunun üzerine İason, Argos adındaki ünlü bir ustaya 55 kürekli bir gemi yaptırarak Karadeniz seferine hazırlanır. İsmi Argo olan bu gemide Herakles, Orpheus, Kasor, Idmon, Tiphys gibi mitolojik kahramanlar da vardır. Tanrıça Athena'nın da yardımıyla Teselya'dan denize indirilen Argo, önce bugünkü Doğu Karadeniz'e ve oradan da Gürcistan kıyılarına doğru ilerleyerek maceralı bir yolculuğa başlar. İlk durak, Ege Denizi'ndeki Limnos adasıdır. Ardından rota Çanakkale Boğazı'na çevrildiğinde Semendirek adasına ulaşır. Marmara Denizi'nden Kapıdağ Yarımadasına vardıktan sonra, Mudanya limanına çıkar. İstanbul Boğazı'na geldiğinde, şiddetli bir fırtına onu beklemektedir. Boğazın akıntıları içerisinde Symplegadlardan (çarpışan kayalar) kurtulmaya çalışır. Mavi Kayalar da denilen bu 2 kaya oldukça tehlikelidir. Zira aralarından bir gemi geçmesi halinde derhal yerlerinden oynamakta ve birleşip kapanarak onu parçalamaktadırlar. Ancak İason'un önderliğindeki Argo, yaptığı manevralarla sadece pupası biraz zedelenmiş olarak oradan da başarıyla geçer. Bunun üzerine Mavi Kayalar çarpışmaktan vazgeçerek yerlerine çakılırlar. Binbir zorluktan sonra Argonotlar, Yunanlıların “konuksever deniz” dedikleri Karadeniz'e ulaşırlar. Amazonların memleketi Terme'yi geçip Kafkas dağlarının önündeki kıyıyı takip ederek sonunda Kolheti'ye ayak basarlar. İason altın postu istemek için Aietes'in huzuruna çıktığında, kralın aynı zamanda bir büyücü olan kızı Medea onu görür ve aşık olur. Kolheti kralı altın postu İason'a verecektir vermesine de, karşılığında bir sürü şey istemektedir. Önce bir ejderi öldürmeli, sonra burunlarından ateş saçan tunç ayaklı iki boğayı boyunduruğa koşarak bir tarla sürmeli, en son olarak da öldürdüğü ejderin dişlerini o tarlaya ekip bu dişlerden doğan canavarlarla savaşmalıdır İason. Babasından zorla alınan tahtı yeniden ele geçirmek için, teklifi kabul etmekten başka çaresi yoktur. Bu arada Medea, aşkına karşılık vermesi halinde İason'a yardım edeceğini ve böylece ikisi birlikte babasına karşı bir güç oluşturabileceklerini söyler. Hemen bir merhem yapar. Ayrıca onu uyararak, ejderhanın dişlerini toprağa ektikten sonra karşılaşacağı canavarların arasına bir taş atması halinde onların birbirleriyle mücadeleye tutuşup kendi kendilerini öldüreceklerini belirtir. Nitekim her şey tıpkı söylediği gibi olur. İason, Medea'nın hem merhemi hem de tavsiyeleri sayesinde tüm engelleri aşmayı başarır. Fakat kral Aietes bir türlü ikna olmamıştır. Kızının bir şekilde karşı tarafa yardım ettiğinden emindir. Argo gemisini yakarak içindekileri öldürmek ister. Medea bunu öğrenir öğrenmez İason'u durumdan haberdar eder. Sevgililer derhal ormana giderler. Altın postu bekleyen ejderi uyutup postu alarak Argo'ya binerler. Rota yeniden Yunanistan'a çevrilmiştir artık. Medea, yolda babasının kendilerine yetişememesi için yanına aldığı kardeşini doğrayarak denize atar. Gerçekten de yakalanmazlar. Gemi Adriyatik'e doğru ilerler...

Altın posta dair yüzyıllar öncesinden gelen çeşitli rivayetler olduğu gibi, son dönemlerde ortaya çıkan bazı gerçekler de var. Rivayetlerden birine göre, eskiden Kafkas dağlarından akan nehirlerin içinde altın parçaları varmış. Onları toplayabilmek için de, elektriklenme özelliği nedeniyle, nehirlere koyun postu serilirmiş. Post altın parçalarını kendine çekerek kıl diplerinde biriktirir, zaman geçtikçe altından bir post halini alırmış. Bir başka rivayet ise, toprakları bereketli Kolheti'de altının saflaştırılması sırasında koyun postu kullanıldığı ve madencilik sanatının da bu şekilde meydana geldiği yönünde. Konuyla ilgili gerçeklere gelince; 1975'ten beri Yunanistan'da yapılan arkeolojik kazılar nihayet sonuç vermiş ve 2000'li yılların başında Dimini'de İolkos Sarayı'nın kalıntılarına rastlanmış. Elde edilen yeni bulgular, Ege ve Karadeniz uygarlıkları arasındaki ilişkiyi ne kadar aydınlatabilecek bilinmez ama arkeologlar İolkos kentinin M.Ö 1200'lerde önemli bir ticaret merkezi olduğu görüşünde birleşiyorlar. M.Ö 800'lü yıllarda ise, zengin ve bereketli topraklara sahip Güney Kafkasya ile Doğu Karadeniz'in Yunanlılar için vazgeçilmez bir altın, keten elbise, tarım ürünleri, gemicilikte kullanılan yelken bezi, zift ve balmumu kaynağı olduğuna inanılıyor. Altın Post heykelinin bir yüzünde figüratif olarak betimlenen Argo gemisine dair araştırmalar da yapılıyor. Mesela çizimlerden hareketle, İason'un bu teknesinin günümüzün tirhandillerini andırdığı söyleniyor. Boyu eninin 3 katı olduğu için Yunanca “üçte bir” anlamındaki “trikandini” sözcüğünden bozulma tirhandil, güçlü formuyla efsanevi bir kahraman gibi süzülüyor bugün özellikle Akdeniz'de. Yine Altın Post heykelinin Batum'da olması da, Batum ve çevresinin altın kaynakları açısından zengin bir bölge olmasıyla ilgi kurulabilecek bir başka özellik. Gördüğünüz gibi, efsane ile ilgili detaylara girdikçe yeni bağlantı noktaları çıkabiliyor karşınıza.

Akşamüstü olmuş bile. Güneş, pembeler içerisinde ateşli bir kırmızılık bırakarak batmak üzere. Batum'dan Sarp'a yine dolmuşla döndük. Günün yorgunluğu iyice çökmüş üzerimize. Bir an önce eve ulaşmayı düşünürken, tahmin edemediğimiz bir olayla karşılaştık. 1.5 saat ayakta beklemek zorunda kaldık sınır kapısında. Onca insan kalabalığına ancak bir polis bakıyordu çünkü kontrol noktasında. Sonradan bir tane daha gelse de, bizdeki tezcanlılık onlarda olmadığı için, biraz sıkıntılı anlar yaşadık. Ama yine de yaşadığımız güzellikleri bastıracak bir durum değildi bu. Hatta bir dahaki sefere arabayla gelip, gezemediğimiz yerleri de dolaşmayı bile düşündük o arada.

Ertesi gün güneşle uyanmamıza rağmen, havanın hızla kapanmasıyla yağmura gark olduk. Hem de ne yağmur, bulutları başımızda taşıdık sanki. Yolda uzunlu-kısalı bir sürü karanlık tünel var. Işıklandırma sistemi henüz tam olarak yapılmamış. Yalnız bir tanesi epey ilgimi çekti. Artık çoğu plajdan eser kalmayan o kıyılarda, önündeki Pazar tüneli nedeniyle varlığını sürdürmeyi başarabilmiş bir koy var Trabzon yolunda. Karadeniz sahil yolu projesinden kendini kurtarabilmiş nadir noktalardan biriydi sanırım. Arabayla yola çıktığımızda hedefimiz Sümela idi. Ama saatler geçip manastıra çok kısa bir mesafe kala yağmurun iyice şiddetlenmesiyle birlikte bir de dağdan aşağıya toprağın kaymaya başladığını görünce, maalesef yanına kadar çıkamadık. Heyelan tehlikesi korkutmuştu bizi. Fakat Ardeşen'den itibaren inanılmaz keyifli bir yolculuk yaptığımızı söyleyebilirim. Neden mi? Yanımızda Zuğaşi Berepe vardı da ondan! Üniversite yıllarını hatırladım birden, 90'ların ortalarını. ODTÜ'de konser vermişlerdi. Sanki daha dün gibi. Maçka yolunda ilerlerken ve elbette eve dönüşte, cd'lerin birini koyup birini kaldırdık. Va Mişkunan'dan girdik İgzas'tan çıktık. Az geldi, diğer konser kayıtlarına daldık. Dilimizde o gümbür gümbür parçalar, ellerimiz tempoda, kâh kafa sallıyoruz, kâh bacaklarımızla ritm tutuyoruz. Golas Empula Yulun, Yeşili Kamiyoni, Bererttaşa, Ernesto, Ben, Ma A Koçi Vore, Ar Tilifoni, Ka Tun Mita Xendasoç, Sopez Gulur ve daha nicesi. Gel keyfim gel. Dışarıda yağmur varmış, şimşek çakıyormuş kimin umurunda? Arabamızın içi hard rock kıvamını almış ya, bize yeter!


Fotoğraflar: Paluri Arzu Kal
O gün Sümela'ya gidemedik ama yolumuzun üzerindeki Ayasofya'yı da kaçırmadık. Yıllar önce Evliya Çelebi Seyahatnâmesi üzerine çalışırken, yanılmıyorsam Trabzon'un anlatıldığı bölümde, Ayasofya adına rastlamıştım. Trabzon'da bulunan bu müze, geç dönem Bizans kiliselerinin en güzel örneklerinden biri. 1250-60 yılları arasında, Trabzon kralı I. Manuel Kommenos zamanında inşa edilmiş. 1461'de, Fatih Sultan Mehmed'in Trabzon'u fethetmesiyle cami ve vakıf eser olmuş. Cumhuriyet döneminde, 1958-62 arasında restore edilmiş ve 1964'te de müze olarak ziyarete açılmış. Taş duvarlarında Hristiyan sanatının yanı sıra Selçuklu Dönemi İslam sanatının etkilerini de görmek olası. Kuzey cephesindeki geometrik bezemeler, batı cephesindeki mukarnas nişler, doğu cephesindeki kayık ve yelkenli figürleri dikkat çekici. Güney cephesinde ise Adem ile Havva'nın yaratılışı, cennette yaşayışları, yasak elma, cennetten kovuluşları ve Kabil'in Habil'i öldürmesi gibi betimlemeler yer alıyor. Ayrıca yine burada bulunan kemerin kilitli taşı üzerindeki tek başlı kartal motifi ise, Kommenos hanedanlığının simgesi. Yüksek kubbesinde İsa motifi ve melekler imgesi, pencere aralarında 12 havari tasviri gibi kompozisyonlar var. Kubbenin hemen altında, çok renkli mermerden yapılmış bir yer mozaiği mevcut. Duvar süslemelerinin önemli bir kısmını, İncil'den alınmış freskler oluşturuyor. Bir sürü fotoğraf çektik. Binanın içinin bakımsız hali, halkın cehaleti üzdü bizi. Yukarıda saydığım pek çok figürün kazınarak tahrip edildiğini ya da yılların getirdiği fiziksel çöküşe daha fazla dayanamayarak yok olduğunu gördük. Oysa var olan kültürel zenginliği geçmişten geleceğe sürdürebilme adına özellikle yöre insanının Ayasofya'ya daha ciddi sahip çıkması ve koruması gerekiyor. Disiplinlerarası kültür tarihi araştırmaları yapan akademisyenler ve Bizans dönemi çalışan sanat tarihçileri için de önemli bir mekan.

Dönüş yolunda Çayeli'nde durduk. Çünkü saat dörde geliyordu ve kahvaltıdan beri hiç bir şey yememiştik. Yağmur hâlâ bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Trafikte gördüğümüz bütün yön işaretlerinin altına iliştirilen beyaz “Hüsrev” tabelası (Karadeniz zekası işte), artık nereye gitmemiz gerektiğini gösteriyordu bize. 50 yıllık bir mazisi olan Hüsrev'de kuru fasulye ile Akçaabat köftesi yedik. Pişirilme şekli önemli tabii ama belki de Erzurum-İspir'den getirtildiği için, etlerini yemesem de, fasulyenin tadı damağımda kaldı. Söylenenlere göre, sütlacı da meşhurmuş. Keyifle yedik yemeklerimizi. Öyle bir doymuşuz ki, kafamız yerine geldi. Arabaya bindik yeniden. Rize bezi dokumaları satan bir dükkana girdik yolda. Çeşan (makaslı keşan diye de bilinen fes rengi, siyah, sarı, beyaz karışımı bir tür peştamal) ve foûanın (dolay peştamal denilen ve en yaygın rengi siyah-mor olan bir çeşit önlük) yanı sıra, ince desenli ipekli kumaşlar da hayli ilgi çekiciydi. Minik bir alışveriş yaptık. Akşam Paluri'nin dayısına uğradık. Meğer yengesi o çok sever diye ûumbu yapmasın mı? Ben nefesimi zor alıyordum ama kıramadım kadıncağızı. Daha önceden hiç yemediğim için merak ediyordum. Tereyağında pişirilen bir çeşit hamur tatlısıymış. Tok olduğum için ancak bir-iki tane yiyebildim. Fena değil. Fakat tatlı deyince, paponiyi tek geçerim!   


Foto: Paluri Arzu, Aysun Kal
Son gününün sabahı, yeniden güneşin ışıklı yüzüne uyandık. Zaten hafta sonundan beri gece yağıyor, gündüz açıyordu hava. Gece yağmurun o temiz kokusuna bir de derenin sesi karışınca öyle güzel oluyordu ki. Terasta oturup karşı dağlara inen sisi izlemek de cabası. Son günü Ayder'e ayırmıştık. Paluri, annesi, yeğeni ve ben bindik arabaya. Bu kez açtık Viya'yı, Hayde'yi. Hem gidiyoruz, hem de coşku dolu Koçari, Nçaiş Birapa, Didou Nana, Narino, Ella Ella, Potpori (Horonlar) ve Fadime eşliğinde ver elini Fırtına, Kaçkarlar diyoruz. Fırtına Vadisi boyunca yukarı çıkmak gerekiyor buraya ulaşmak için. Kemerli taş köprü, artık simgelerinden biri olmuş aynı adlı derenin. Çamlıhemşin yakınlarındaki Ayder, Rize'nin en güzel yaylalarından biri. Kaçkar Milli Parkı'nın içerisinde. Ahşaptan yapılmış yöresel köy evleri çoğunlukla korunsa da, kimi yerlerde kültürel dokuyla alakasız betonlaşmaları görmek de ne yazık ki mümkün. Temiz havası, çam ormanları, kaplıcaları, dereleri, şelaleleri ve daha nice doğal güzelliğiyle huzur veren bir yer. Bulutlara dokunabilecek kadar iç içesiniz gökyüzüyle. Ağustos'ta bile -kirlenmiş de olsa- kar kütleleri görülebiliyor yamaçların arasındaki kuytu kesimlerde. Yayla festivalleri ve tulumlu-kemençeli horonları çok meşhur buranın ama -yanılmıyorsam geçen sene- Ankara Devlet Opera ve Balesi Orkestrası bir ilki gerçekleştirerek klasik müzik konseri de vermişti Ayder'de. Biz çıkabildiğimiz kadar tepelere çıktık arabayla. Geçen Haziran'da yağmurluydu, şimdiyse pırıl pırıl güneşin ısıttığı dağlarda bol oksijenle doldurduk ciğerlerimizi. Buranın havası, astım hastalığına iyi geliyormuş. Epeyce fotoğraf çektim. İnerken Ayşe Teyze'nin pansiyon-restoran tarzındaki işletmesine uğradık. Tabelası yoktu hiçbir yerinde. Paluri adını sorduğunu ve karşılığında da Ela Dinciri (Gel Uyu) yanıtını aldığını söyledi. Birkaç masa koymuş. Bir tarafa serende yapmış. Diğer tarafta da odalar var, kiraya veriyormuş. Pazarlıymış.

Foto: Paluri Arzu Kal
Tereyağında pişirilmiş kırmızı benekli alabalığının çok lezzetli olduğunu söylüyordu arkadaşım. Gerçekten doğruymuş! Ben daha önce hiç bu kadar lezzetli bir alabalık yememiştim. Yanında bir de muxlama (muhlama) getirdi. Paluri kitabından bahsedince illa görmek istedi, "tarifleri önce kendim dener, sonra da buradaki herkese aldırırım onu" diyerek. Laz böreğinin yapılışı, sohbetin ana konusuydu. Ekmek, alabalık, muhlamanın üstüne tam “doyduk” derken, kadıncağız sormaz mı "tatlı ister misiniz" diye. "Ne var" dedik. Balından ikram etti küçücük bir tabakta. Mum gibi açık sarı bir rengi ve müthiş aromalı bir lezzeti var. Üstelik tıbbî yönden de, başta mide rahatsızlıkları olmak üzere pek çok hastalığa iyi geliyormuş. Dağın en tepesindeymiş tahta kovanları. "Nasıl çıktığımızı görseniz şaşarsınız" dedi. Sıra çaya gelmişti. Serendeye ve odalara çıkıp içlerine baktıktan sonra çaylarımızı hep birlikte yudumladık. İşte o an, "biz de buraya böyle bir yer açsak ne güzel olurdu" diye düşündük. "Balık değil ama öbür Laz yemeklerini yapardım" dedi Paluri. Annesi ve yeğeni dünden razı zaten İstanbul'dan ayrılmaya. "Ben de kasaya otururum o halde" dedim gülümseyerek. Keyifli bir sohbete daldık. Bu uzun yemek molasının ardından yeniden yola koyulduk. Çiçeklerin ve kelebeklerin rengi nasıl da göz alıcıydı. Yemekte zaman zaman bize refakat eden arılar, iniş yolunda da hatırımızı sormaya devam etti. Aşağıya indiğimizde, dükkanların birine girerek yine o çok sevdiğim ipekli kumaşlardan aldım; bir de gudeli, yani alt kısmı sivri ve üstünde sapı olan küçük bir sepet.

Hiç bırakıp gitmek istemesem de, ayrılık vakti gelmişti o büyülü topraklardan. Kısa ama keyifli günlerdi yaşadıklarımız. İş hayatının yoğun temposuna daha güçlü adım atacak enerjiyi depoladık hem beynimize, hem de ruhumuza. Yine unutulmaz anılar kaldı geride.

Karşılıklı düşüncelerimizi paylaştığımız her konuda olduğu gibi bu konuda da yerinde tespitleri olan bir dostumun, sevgili Yavuz'un beğendiğim bir sözüyle bitireyim yazdıklarımı: “Oraları görüp de paylaşma ihtiyacı hissetmeyene daha denk gelmedim. Lazona yaşanır, anlatmaya sözcük dağarcığı yetmez pek” demişti. Gerçekten haklıymış! Benimki ne kadar yetti bilinmez ama mutlaka gidip görülmeli, yaşanmalı o topraklar. Anlatamadığım, “kelimelerin kifayetsiz kaldığı” daha öyle çok güzellik var ki…

Dr. Ö. ÖZTEKİN

 

* -Kaynaklara göre söz konusu altın post, Orchomenosların kralı Athamas'ın çocukları Phriksos ile Helle'yi sırtına alıp Yunanistan'dan Kolheti'ye kaçıran kanatlı koçun postudur. Helle Boğazları geçerken denize düşünce, Phriksos tek başına Kolheti'ye gider ve buraya giderken de Zeus tapınağını kurar. Kolheti'de kendisini karşılayan kral Aietes'e, Zeus'a kurban ettiği koçun altından postunu verir. Aietes de bu postu tanrı Ares'e adanmış bir koruluğa saklar. Başında hiç uyumayan bir ejderhanın beklediği altın post, bir meşe ağacına asılıdır.

Lazuri.Com / 12.10.2007



..

HORON & TULUM
Horon ve Tulum Kursu

Lazca Kurs
Lazuri Doviguram

KAZIM KOYUNCU (DVD)
Sarkilarla Geçtim Aranizdan - Kazim Için Bir Film

KARAKUTU

   

 
Copyright © 2002-2024 Lazuri.Com | Telif Hakları saklıdır.